Mylos Yayın Grubu tarafından hazırlanan, Türkiye’nin tek dizi kültürü dergisi Episode, Şubat-Mart 2017 tarihli 2.sayısını geçtiğimiz günlerde yayımlandı.
Episode ve EpisodeYerli olmak üzere iki yüzünde çift kapakla çıkan derginin 2.sayısının kapakları, “Kuzey Fırtınası: Vikings” dosyasını ve özel konuk Şükrü Özyıldız’ı taşıyor.
“Uçurum, Karadayı, Tatlı Küçük Yalancılar, Hayat Şarkısı” dizilerinin yönetmeni, Menekşe ile Halil, Yol Arkadaşım, Kavak Yelleri, Ezel gibi yapımların ikinci yönetmeni olarak tanıdığımız Cem Karcı , Episode Dergi Genel Yayın Yönetmeni Özlem Özdemir’in sorularını yanıtladı. Fotoğraflarında Dilan Bozyel imzası bulunan röportajın tamamını Episode Dergi’de okuyabilirsiniz.
“12 Yaşında İlk Kez Sinemaya Gittim ve Perdeye Âşık Oldum”
Yönetmen olmaya ne zaman karar verdiniz?
12 yaşında hayatımda ilk kez sinemaya gittim ve o perdeye âşık oldum. Sonra dedim ki ben bunu yapan insan olmak istiyorum. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni kazandım 2001’de. Okula girdiğim sene, 99 depreminden dolayı okul tadilattaydı ve yarım dönem boyunca açılmadı. Bunu övünerek söylemiyorum ama okula gidebildiğim tek dönem açıldıktan sonraki üç ay oldu aslında. O senenin yazında, Bodrum’daydım, arkadaşım, dönemin en popüler dizisi Çocuklar Duymasın’ın dominant teyzesi Zeyno Günenç’i tanıyormuş. “Ah”, dedim, “beni tanıştırsana, ben de setlerde çalışmak istiyorum…” Sağ olsun tanıştırdı ve Zeyno abla da beni kırmadı. Zaten iki günde çekiliyordu dizi, cuma-cumartesileri. Hafta sonları gel, dediler. Ben para mara hiçbir şey istemiyorum, dedim. Sadece bir yerden başlamak istiyordum. Dokuz ay boyunca para almadan cuma, cumartesileri o diziye gittim. Hiçbir titrim de yoktu. Yani “prodüksiyon asistanı stajyeri” gibi bir şey. O sette çalıştığım insanların vesilesiyle Asmalı Konak sinema filminin Kapadokya setinde çalıştım, sonra Esrağfurullah Yokuşu dizisinde ilk reji stajyerliğime başladım. Ardından Zeynep Günay Tan’ın yardımcı yönetmen olduğu Serseri Aşıklar’da yer aldım. Ve Zeynep vasıtasıyla Çağan Irmak’ın Çemberimde Gül Oya dizisinde sufle asistanı oldum. Mesleği esas olarak burada öğrenmeye başladım. Hep söylerim, Çağan Irmak, hocam dediğim tek insandır.
Çemberimde Gül Oya da ne kadar özgün ve iyi bir diziydi…
Dönemin nadide bir işiydi. Gerçekten hayat okulu gibi oldu bana her anlamda. Çağan Hoca dizinin ilk 13 bölümünün senaryosunu da yazıyordu. Ben de 5. bölümde girdim diziye. Nasıl bir beyin hâlâ çözemiyorum onu, sette tıkır tıkır sahneleri yazıyordu, ben de mümkün olduğunca yanında olup bir şeyler kapmaya çalışıyordum ondan. Çağan Hocanın yanında asistanlık yapmak ve ruhundan faydalanabilmek, benim hayatımda büyük bir öneme sahiptir.
Epey öğretici olmalı…
Çemberimde Gül Oya büyük bir okul oldu bana. Bitiminde Zeynep Günay Tan’ın ilk yönetmenliğini yaptığı Güz Yangını dizisinde bir üst kademede asistan olarak başladım. Dizinin son üç bölümünü de Çağan Hoca yazıyordu. Son bölümüne girdiğimizdeyse Babam ve Oğlum’u yeni çekmişti. Onun yoğunluğu, koşturmacası vardı. Bir gün geldi, “Son bölümün ikinci yarısını sen yazacaksın,” dedi. “Nasıl yazayım hocam, ben senarist değilim, öyle bir bilgim de yok,” dedim. “Yazacaksın, ben tretman olarak yazacağım, sen de senaryo haline getireceksin onu,” dedi. Bana güvendi. Çekti beni kenara ve tretmanı yazdırmaya başladı. Sonra kapandım, iki günde gerçekten ikinci yarıyı yazdım ve çekildi.
“Yırtınayım, öne geçeyim gibi bir çaba hiç olmadı hayatımda”
Yıllar geçtikçe, artık kendi dünyamı kurmalıyım, yönetmen koltuğunda olmalıyım diye düşünmüyor mu insan?
Acele etmedim hiçbir şeyde. “Eğer iyiysem, ekstra bir şey yapmama gerek kalmadan zamanı gelince çevrem beni ittirecek ve o uçurumdan atacak,” diyordum. Yırtınayım, öne geçeyim gibi bir çaba hiç olmadı hayatımda. Ezel biterken etraftan gelen titreşimler, “Sen kendi dünyanı kurmaya hazır bir haldesin,” diyordu ama çok kurcalamıyordum.
Ezel her anlamda bir yönetmeni iştahlandıran bir işti, temposundan kullandığın kamera hareketine, yarattığın atmosfer ve ışığa ve özellikle senaryosuna kadar ezber bozan bir projeydi. En büyük korkum da Ezel’den sonra klasik bir iş yapmaktı.
“Karavanımızın Tekerine Bıçaklar da Sokuldu, Silahlar da Patladı”
Uçurum, sert ve net bir öyküydü ve çok etkileyiciydi.
O kadar zorlu şartlarda, o kadar aykırı bir konuyu, o zamanın Türkiye’sinde anlatmak zordu. İnsan ticareti, herkesin sırtını döndüğü ya da gözünü kapatarak geçtiği bir yaramız hâlâ. Diziyi izleyen bir kişiye bile dokunabilmek benim için dünyanın en güzel şeyiydi.
Çekerken sorun yaşadınız mı?
Aksaray’da çekiyorduk çoğu sahneyi, karavanımızın tekerine bıçaklar da sokuldu, silahlar da patladı, o kaosun içinde bir şey yapmaya çalıştık. Gerçekten zorlu bir süreç geçirdik. Her şeye rağmen bugün gelse yine gözüm kapalı evet diyeceğim projelerden biridir benim için, çok değerli ve önemlidir.
“Hayat Şarkısı’ndaki En Önemli Şey Yalınlık ve Samimiyet”
Hayat Şarkısı, güzel bir hikâye ama öncesindeki işleriniz düşünüldüğünde daha klasik bir iş denilebilir değil mi?
Evet, bir yönetmen olarak başta kameraları uçurabileceğin ya da ışık oyunları yapabileceğin bir iş değildi Hayat Şarkısı benim için. Ama tanıdıktan sonra ailem gibi hissettiğim Most Production yapıyor, iş güzel yazılmış ve elimden geleni yapmak istiyorum diye düşündüm. Hayat Şarkısı’ndaki en önemli şey, yalınlık ve samimiyet. Şahane renkleri olan, alt metinleri dolu, sadece siyah ya da beyaz değil, bolca grisi de olan birçok karakterimiz vardı. Ben ışıkla, kamerayla değil, oyuncularımla oynayacağım diye düşündüm. Açıkçası başlarken çok tutkulu değildim ama ilk iki bölümü çektikten sonra saf bir tutkuya dönüştü bende Hayat Şarkısı.
“Artık Seyirci de Profesyonelleşti”
Bir dizinin iyi olması da tüm ekibin iyi olmasına çok bağlı ve buradaki bir hata, bütünü hemen etkileyebiliyor.
Sanat yönetimi kötü olduğu için erken biten diziler bile var. Artık eskisi gibi, koy oraya sağlam ya da popüler oyuncuyu, kesin izlenir durumu da yok. Artık seyirci de profesyonelleşti. Her gün en az bir dizi izleyen, ikincisini kaydeden ya da internetten izleyen insan profesyonelleşmez mi? Seyirciyi kandırmak çok zor artık, bu nedenle de kalifiye eleman eksikliğimizi çözmemiz lazım hızla.
Ama bu çalışma koşulları devam ettikçe sanıyorum kalifiye insanlarla çalışmak da hayal olacak. 90 dakikayken “yersiz uzun” dediğimiz diziler, 150 dakikayı buldu. Böyle gidemeyecek belli ki. Tüm set işçilerinin, oyuncuların, senaristlerin setleri durdurması gibi sonuç alınabilecek eylemler mümkün mü sizce?
Aslında mümkün ama başka durumlar da belirleyici burada. Mesela bir asistan, bir yönetmen, bir oyuncu diyor ki “Hayır, ben bu şartlarda çalışamam.” Onun yerine yarı fiyatına gelip çalışacak kalifiye olmayan o kadar çalışan var ki ödün vererek gelecek. Dolayısıyla o arkadaşlar olduğu müddetçe bu bahsettiğimiz şey bir ütopya olarak kalacak, maalesef.
“Berlin’e Yerleşme Kararı Aldım”
Bunca emek ve özenle hazırlanan bir iş yapıyorsunuz, dizi eleştirisinin doğru yapıldığını düşünüyor musunuz?
Maalesef Twitter çok etkili artık. Twitter’da izleyicinin yaptığı her yorum bir şeyleri belirlemede etkili olabiliyor. Üstelik o yorumları yapanların kimler olduğu, kaç yaş aralığında olduğu, yani profilleri dikkate alınmadan. Bizim iş üzerinden söylemiyorum ama mesela biri yorum yapıyor, “Abi şu niye böyle de böyle değil? Şöyle olsun!” ve bazen, bazı senaristler ona göre de şekillendiriyor durumları. Aslında doğru bir şey değil bu çünkü doğru bir denek grubu değil.
RTÜK kurallarıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Şimdi yeni kurallar geldi, dizilerde iki saniyeden uzun yakın plan öpüşme sahneleri yasak artık. Ancak geniş planda gösterilebiliyor. Eskiden küfür edildiği zaman “bip” koyarlar ya da sesi kısarlardı. Şimdi artık ağıza blur koyuluyor. Küfrün ne olduğu da gösterilmeyecek. Kınamak ve doğru olmadığını savunmak için; yani bilinçlendirmek için bile olsa kadına ve çocuğa şiddeti göstermek yasak. Peki, biz nasıl anlatacağız derdimizi, kanayan yaralarımızı?
Bu sebepler nedeniyle; yani kısıtlanmışlıklarımızdan, sansürden, uzun dizi sürelerinden, zamanla ister istemez bir kısırdöngüye dönen, tutkumuzun emildiği bu sektörden 1-2 sene uzaklaşmak adına yazdan itibaren Berlin’e yerleşme kararı aldım. Amacım, ileride dönüp baktığımda, ardımda farkındalık yaratan, özgür, özgün işler bırakmak. Hayallerimin ne kadarını gerçekleştirebileceğim bilmiyorum. Ama denemeden de sahip olduğumuz en değerli şey olan “zaman”ımızın akıp gitmesine müsaade etmeyeceğim. Bu yolda, bu süreçte özgün ve özgür olabileceğim her türlü işe açığım. Direnebileceğim kadar direneceğim.
“Mine Söğüt’ün Romanını Çekeceğim”
Belki dijital platformlar ve bu platformlara çekilen/çekilecek diziler bu anlamda başka bir yol açabilir…
Berkun Oya’nın yazdığı, Seren Yüce’nin yönettiği Türkiye’nin ilk dijital platform dizisi Masum’u da heyecan ve sabırsızlıkla bekliyorum. Umalım da hak ettiği yeri bulsun ve yeni bir sayfa açsın sektörümüzde. Fragmanında bile elinde sigara tutabilen bir Haluk Bilginer görmek, şu dönemde gözümü yaşarttı gerçekten. Yanlış anlaşılmasın, kötü alışkanlıkların özendirilmesi taraftarı değilim ama hayatın gerçeklerini ve özgürlükleri görmezden gelerek, kısıtlayarak, keserek yaşayamayız. Bardağın boş değil dolu tarafından bakmalıyız bazen. Bir şeyleri saklayarak, göz ardı ederek, örtbas ederek bir yere varamayız. Sadece geriye gideriz. Kanayan yaraları iyileştirmeden kapatmaya çalışmamalı, üzerlerine eğilip iyileştirmek için çaba göstermeliyiz. Sonsuz umutla. Son olarak; sevgi kazanır.
İlk sinema filminiz için çok sevdiğiniz bir romanı çekmek istiyormuşsunuz, hangi roman?
Evet, Mine Söğüt’ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey romanı. Çok sevdiğim, arkadaşlarıma hediye ettiğim bir romandır, mutlaka filmini çekmek istiyorum.